İçeriğe geç

Deve Dikeni – 0003

6

Bir kez daha işsizlik denen lanetin kapısını açmıştım ve bu sefer karım ve çocuklarımın sorumluluğu omuzlarımdaydı. Genç ve bekarken hiç değilse Sivas’a gider balık tutup rakı içerek atlatabilirdim bu dönemi. İki ekonomik kriz deneyimim vardı geçmişte ve epeyce uzun süren işsizlik dönemim. Krizlerde ilk kapıya konandım ben, en boktan işin iyi kötü sonunu düşünmeden ilk salak taliplisi. Şartlar her seferinde aleyhime işliyordu, daha uzun süre çalışıp daha az maaşa talim ediyorduk zaman içerisinde ve romalılar götleriyle gülüyordu hallerimize. Kriz dönemleri korkunçtu, siktimin yirmi bankası devleti söğüşlüyor ardından iflasını ilan edip ortakları yurt dışına kaçıyor, geride kalan yetmiş milyonun en azından yüzde doksanı bunun bedelini ödüyordu. Demirel’in yeğeninden, genç parti diye dangalak bir parti kuran Uzanlara kadar pek çok düzenbaz romalı hayatlarının geri kalanını dünyanın herhangi bir yerinde yaptıklarının hesabını vermeden yaşayabilirdi ama her birinin toplam varlık değeri bir kütahya türküsünde geçen “Amman amman vehbim, öyle de böyle olur mu, ah ben ölürsem dünya da sana kalır mı?” sözünün tek harfi olamazdı diğer yandan. Bu da bizim avuntumuz, Hakan Uzan gergedan boynuzundan fil taşağına kadar envai çeşit çeşninin tadına bakma bahtına erişme imkanına sahipken bizim boktan leptapımızın “s” tuşu işlevini yitirmiş kimin sikinde ve daha en başından bu nasıl kurgu Allah aşkına?

Bu nasıl kurgu Allah aşkına? Adem babamız yasak meyveyi ben “s” ye basarken anam ağlasın diye mi yedi? Az evvel iki bin on üçe girdi memleket. Çare sarıgül İstanbul’un en büyük organizasyonunu gerçekleştirerek suni kar bile yağdırdı Nişantaşının orta yerine. Atladılar zıpladılar, içtiler, sıçtılar ve ondan geriye sayarak yeni yıla havai fişeklerle geceyi yıldızlara bezeyerek girdiler. Benim saatim geri kalmıştı üç beş dakika sonra girdim ben. Para vermeden kısa yoldan promosyon saat kullanırsan olacağı bu. Kazancı bedih rahmetliden “ayaklar altının tırabıyım ben…” türküsü eşliğinde “s” nin yedi ceddine sövüyordum o ara. Hatun pek mutsuzdu bu gece. Yılbaşına alkollü girme gereği tüm akşamcıların baş ağrısıyla geç uyanacağı ertesi günde işe gideceğinden erken yatmıştı ve küçük oğlanla ben evin en sıcak yeri salonda birlikte yatacaktık. Kombi denilen alet iyi ısıtıyordu ancak ertesi ay faturanın ebeni bellememesi için bazı önlemeler almak zorundaydın orta halli bir aile olarak. Küçük adamın laneti bu oğlum, her neyse, Sıpa uyuyana kadar Beybi tv seyrettirdi bize, ailecek tüm olayımız mısır patlağıyla bim’den alınma ucuz kuru yemiş karışımından ibaretti ve artık yatma vakti. Bizimki Beybi tv nin sanal balıkları sayesinde sızınca üstünü örtüp klavyenin başına geçtim. “s” nin yanındaki “d” de sizlere ömür. nasıl beceriyorsa artık onunda canına okumuş velet. hay bin kunduz, bir derdim vardı bin oldu diye bir türkü vardı herhal. bu leptapların tuşlarının alt kısmında yeni yetme ergen meme ucu gibi plastik bir nane mevcut, parmağınızı ortalayarak üzerine basarsanız sorun kalmıyor ama akışı bozuyor anlıyor musun? Tam hızını almış gidiyorsun, harf basarken parmağını ayarlamak zorunda kalırken kesintiye neden oluyorsun. De neyse yazmamak üzere yüzlerce bahane arayan ki zaten gerçekte yazamayan kabız yazarlara benzemeyelim şimdi ayak üstü. Bu arada bir yılın daha amına koduk diye kendimden geçecek değilim, gecenin bir yarısı viktorya sikrıt seyredecek, alkolle buharlanacak da değilim. viktoryayı siktir et de alkolle problemin yok, ama sırf yılbaşı gıcığına takılmıyorum. Bukowski de nefret ederdi, ama o amerikalı hiç değilse biz kendi kültürümüzün firenkeştaynıyla yüzleşmek zorundayız, Kırmızı noel baba şapkaları, ışıklarla süslenmiş alışveriş ve yaşam merkezleri, Taksim meydanı, beş bin polis, yarısı Taksim ve Nişantaşı’nda görev yapıyor düşünsenize. Abaza sarhoşların karıların götünü bacağını ellemesin diye mobese kameraları ve o kameraları izleyen operatörleri gözlerini dört açmışlar, Kenan Doğulu konser veriyordur kesin bir yerlerde ve aman sabahlar olmasın onuncu yıl marşı söylüyordur o cırtlak kebabı kıvamındaki uyuz sesiyle, oteller, eğlence mekanları, sokaklar, meydanlar eğlenmeyi içmek ve ayak üstü öpüşmek sanan hırt sevgililerle doludur, Anadolu Efes satışlarını ikiye üçe katlamıştır, Tuncay Özilhan viski puro eşliğinde Hazreti İsa’ya babasız doğduğu için şükranlarını sunuyordur, İsmailağa cemaati ise müritlerini cennete uçurmak adına alternatif geceler düzenleyerek Mekke’nin fethini dualarla kutluyorlardır, cübbeli he ha hu hü diyerek şovunu sergiliyordur ve espri fakiri müslüman tayfası “hoca yine döktürdü hafız, kürsüden tüm yılbaşı kutlayanları ve hatta bu gece vaaza gelmeyen tüm mahlukatı cehenneme gönderdi, bir bizi kurtardı Allah ondan razı olsun!” diyerek mutlu mesut, cennetten arsa almış bir orta çağ soylusu kadar kendinden emin ve doğru yolda olduğuna inancı pekişmiş evlerine gidiyorlardır, Cennet de ne menem bir şeyse artık her önüne gelen onun en asil taliplisi ilan ediyor kendisini. Jim morisınla kurt cobayin cennete girerse bu muhteremlerin sonsuz huzurlarının endeksi taban yapacak sanki? “Hacım öbür dünyada yemedikleri bok kalmadı bir de buraya posta koydular, benim namaz kılmaktan belim büküldü, herifçioğulları ceviz üstünde fındık kıra kıra geldiler yanımızdaki köşke yerleştiler iyi mi?” dediklerini duyar gibiyim şimdiden. Hikmetinden sual olunmaz Yaratıcı cennetine beni alırsan bir şekilde cemaatsiz ve beynamaz biri olaraktan sevgili eşimi de yanımda görmek isterim bilesin, Emi vaynhavuz yan komşumuz olursa kaymaklı ekmek kadayıfı olur, mümkünse Metalika grup olarak mahallemizde yer alsın, en sevdiğim yahudi Kohen muhtarımız, kurt, jim ve elvis belediye azamız, jeranimoyla sıpartaküs, mahalle bekçimiz olsun. Şol cennetin ırmakları akar iken senin adını ana ana, bu mevzu beni yeterince aştığından dolayı daha fazla saçmalamadan huzurundan çekileyim ben en iyisi yana yana…

Sigara içmek üzere mutfağa yöneldim, ertesi gün işe gitmeyecektim nasılsa, daha ertesi günde, diğer günde. Hatun işi bırakırsam sigarayı bırakacağıma dair verdiğim sözü tutup tutmayacağımı merak ede dursun, ben bu yılbaşından sonra tayyibin sigaraya ne kadar zam yapacağı geyiğine sardırdım bir müddet. Artık otomatiğe bağladı mübarek, her sene yılbaşında içki ve sigaraya zammı yapıştırıyor. Yılın geri kalanında da vergi mergi ayağına başka türlü yöntemlerle cümlemizin başına çorap örüyor ama bu yılbaşı sürprizlerinden gına geldi artık. Gelse ne yazar orası ayrı, romalılar işini bilir, bizim gibi hımbıllara da orada burada söylenip küfretmek düşer sade. Neyse tam sigarayı ağzıma yerleştirdim çakmakla ucunu harlayacağım küçük çocukla aynı evde yaşama gereği, mutfağın pencere koluna elimi atıp açmamla beraber hatunun doğal yollardan kurduğu bubi tuzağına düşmem bir oldu ve pencerenin önündeki mermere konulmuş cam kavanoz gürültüyle kendini yere atıp mutfağın fayansı üzerinde tuzla buz oldu. Artık çıkan gürültüden midir nedir bilmiyorum benim ufaklık yataktan ağlayarak seslenmez mi arada, bittim ben. Kaynanama sağlıklı ve huzurlu uzun ömürler dileyerek ayağımı yerden kaldırmadan sürüyerek ilerledim. Ağır ağır iki metre kadar ilerlediğimde benim küçüğün mutfağın eşiğinde ağlayarak ve şaşkınlıkla beni arandığını fark ettim. Allah’tan ışıkları yakmamışdım da beni böyle tuhaf bir halde görmedi kerata. “Aman da paşam uyanmış…” diyerek kucağıma alıp sarıp sarmaladım. “s” ve “d” tuşunun canı cehenneme, hem konuşarak hem de sırtını sıvazlayarak sakinleştirdim onu. Yalnızlık korkusunu güven duygusu pompalayarak etkisiz hale getirmek gerekiyor bu tür durumlarda. Tekrar uykuya dalmasını sağlamak lazım ayrıca, ama diğer yandan mutfak bir kavanoz cam kırığı dolu ve benim hatunun ertesi günün sabahı daha acılı bir bubi tuzağının kurbanı olma ihtimali var ortalığı toplamazsam eğer. Önce kanımın kanının yanına uzanıp uyutuyorum, nefes kontrolüyle derinlere daldığına kanaat getirdikten sonra mutfağa geçip ışığı açıyorum. Büyük parçaları toparlayıp atıyorum ama gerçekten çok fazla sayıda olan küçüklerini tam anlamıyla temizleyemeyeceğimi anlıyorum. Bu saatte elektrikli süpürge çalıştırıp hatunu ve hatta üst katta yaşayan apartman sakinlerini uyandırmak pek içimden gelmiyor doğrusu. İki sandalyeyle cam kırıklarının yoğunlukta olduğu bölgenin önüne set çekip kağıt kalem aranıyorum. Kağıt neyse de kalem bulmak epeyce sorun oluyor. Büyük oğlan sağ olsun yaşı gereği epey dağınıktır, herhangi bir şeyin yerini değiştirmeye görsün artık bulabilene aşk olsun. “Girme! Kavanoz kırıldı, cam parçalarına dikkat et. bir de seni seviyorum…” yazıp koyuyorum sandalyenin üzerine, dikkat çeksin diye kalemi de üstüne bırakıyorum. Sonra geçiyorum klavyenin başına. Artık yazabilirdim;

İşssizlik kuyusuna düşmeden evvel eninde sonunda bir hobit topluluğunun elinde oyuncak olacağımı iliklerime kadar hissediyordum. Romalılar hiç değilse azınlıktaydılar. Bir kaçı hariç asla hayatınızda tam anlamıyla yer almazlar. Şebeklerini gazete ve televizyonlarda seyrederek istilaya uğradığınızı sanabilirsiniz ama gerçek şu ki hobitlerin çokluğu, mevzularının basitliği, konuşmalarında kendilerine biçtikleri değerin yarı çapı ortalama bir arafiyi anında yere serebilecek güçtedir. Asla vazgeçmezler, sonsuz bir akışın devingen maymunlarıdır. Ege’nin gariban bir yamacında kendi başına yetişen bir Kuşkonmazın kuzey kutbundaki akşamüstü soğuğuna etkisi ne kadar olabilirse hobbitler arasında kalmış bir arfinin de bulunduğu ortama katkısı ancak o kertededir. Arafi aşınır, aşınır, aşınır. Rahmetli Ahmet Kaya yanlış biliyor, kırk yıl su damlasa muhakkak bir şeyler olur o mermere, elbette güvenilebilir ibneylen berbere. Hobitler donuktur. Bir kısmı gerçekten fiilen dünya dışına göçmüştür ama farkında değildirler. Hayatlarının ilk yarısında yaşadıklarının geri kalanında devam ettiğini zannederler. Üstelik farklılığı reddederler. Kendi yaşamların heba olup gittiğinin, geriye sadece toz ve kül kaldığının ölesiye farkındadırlar ama bu fikirden olabilecek her yöntemle kaçmaya meylederler. Bu durum arafileri sürekli eleştirmelerine, aşağılamalarına, küçümsemlerine ana kaynaktır. Belirsizlik ve olağandan farklı davranış biçimleri üç ay evvel çürümüş bir peynir önlerine konmuş gibi suratlarının ekşimesine sebep olur. Bir hobit tek başına bir yıkılmazlık kulesidir, kendine, yaşantısına, fikirlerine inancı sağlamdır. Memleketi, dini, tuttuğu parti, ırkı, gelenekleri üstün nitelikler taşır diğerlerine göre. Bunlar üzerine bir dünya gereksiz cümle kurmaktan bıkıp usanmaz ve bunu bulabildiği her fırsatta sergilemekten kendini alamaz. Bir rivayete göre hobitler doğmadan evvel annelerinin karnında bir hafta daha bekleselermiş sırf çene olarak dünyaya gelirlermiş ve yine aynı rivayete göre bir hobite verilebilecek en büyük ceza onların konuşmalarını engellemek ya da yanlarında konuşacak kimseyi bulamamalarıymış. Sırf çene muhabbeti biraz abartılı elbette ama harbiden hobitler konuşacak kimse bulamazlarsa başkalaşım geçirip kendi kendilerine konuşarak delirirler. Hobit olmak ve bunu inkar etmek doğaldır fakat gerçeği perdelemez. Bu ne suçtur ne de ceza. Allah öyle öngörmüştür en başından. Kaderci bir yaklaşım oldu ama farklı bir çıkarım sunacak, eldeki verileri analiz edip teori geliştirecek yeteneğim yok benim. Sonuçlar üzerinden iz sürüyoruz ve pek çoğu kişisel deneyimlerden yola çıkıyor. Kusurlu ve bütünlükten uzak.

Çünkü mükemmelliğe inanmıyoruz, Amerikan rüyasına, çiçek çocuklarına, başbakana, devrime, yeşillere, Okan Bayülgene, sosyal güvenlik numarasına, askeriyeye, İngiltere kraliçesine, Leydi Gagaya, Fenerbahçe Cumhuriyetine, evrime, noele, israile, kapitalizme, vesaire vesaire. Şimdi, şu an, Kuzey Korelilerle aynı havayı soluduğunuza, aynı yüzyılı paylaştığınıza, aynı güneş ışığına maruz kaldığınıza inanabilir misiniz? Koca ülke, bir tane komik diktatör ve milyonlarca hobit! Ne lan bu?

Kategori:"Deve Dikeni"

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir