7
Elbette, kötü bir şaka! Bukowski Postane” kitabına önce “her şey bir yanlışlık olarak başladı.” ile başlar, sonra ‘her şey’ i siler ve devam eder. Kendisi hiç değilse bir romana bu şekil bir başlangıç uygun görmüş, bizim varlığımız kötü bir şaka. Ne olanı beğeniyoruz, ne olacağı değiştirme gücüne sahibiz. Pek fena bir arada kalma hali ve korkunç sıkıştırılmışlık hissi. Varıp varacağı nokta eylemsizlik, ya da pasif direnç. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşıyor, ama yılanın dokunduklarına edebilecek tek kelamım yok. Afrika’da aç, Ortadoğu’da sefil, Hindistan’da kadın, Çin de işçi, Amerika’da işsiz, Kanada’da evsiz olmadığım için şükredebilirim sadece. Memleketimde ailemin sıcak yuvasında mutfağa pusu kurdum, sigara içerek yazı yazıyorum sadece. Tüm evren uyuyor, Amy Winehouse mezarda ama sesi youtube’da benimle birlikte.
Ocak dört itibariyle uçağa binecektik benim ufaklıkla beraber. sabah yedi buçukta yola çıktık evden. Hatun sağ olsun arkamızdan bir tas su dökmediği kaldı sabah sabah. Aksi gibi sislenmişti İstanbul, Durağa gelen ilk otobüse attık kendimizi, metrobüs durağına gelene kadar dur kalk dur kalk anamız ağladı, belimiz büküldü, dizlerimizin bağı çözüldü. Selim’le yolculuk hep zevkli olmuştur, çoğunlukla kendi kendine oyalanır ve hiç arıza çıkarmaz sağ olsun. Vallahi kargaya yavrusu şahan görünür hallerinden biri değil bu, Neyse o. Metrobüsle Yeni Bosna’ya gelmemiz çok sürmedi ama epey vakit kaybettik arada. Hesapta dokuz elli de kalkacak uçağımız ve biz metroya bile binememişiz saat dokuz itibariyle. Allah’tan sadece iki durak var arada. ancak metrodan indiğinizde sizi epeyce uzun bir yürüyüş yolu bekliyor aksi gibi. Niye bu kadar kısa kesmişler yolu anlamadım gitti. Tam yola koyulduk, selim’i kucağıma aldım hızlı yürüme gereği, Üstü açık bir araba yanaşıp durdu yanımızda. baktım üzerinde ücretsiz yazıyor atladım hemen. Bir kaç kişi daha aldı yolda saatte ancak on beş yirmi kilometre hız yapan ve Selim’in pek hoşuna giden tuhaf aracımız. İçeriye girerken bavulumuz ve bozuk paralarımız bir naylon kap eşliğinde iksray cihazından geçirildi. Selo önüne gelene gülücük dağıttığından pek bir hızlı geçtik aranma faslından ama kuyruk nedeniyle bir beş on dakika daha heba oldu gitti arada. Asansörle çıkılıyordu iç hatlar terminaline ve sıpa her seferinde olduğu gibi asansörün ışıklı tuşlarına rastgele el atmaya başladı. Henüz birinci kattaydık ki ahizeden “buyrun efendim, bir şey mi oldu?” gibisinden bir ses geldi. “yok yok, çocuk yanlışlıkla bastı tuşlara, kusura bakmayın…” deyiverdim sadece. “rica ederim efendim, iyi yolculuklar!” dedi karşıdaki erkek sesi. Seni yetiştirip şu ahizenin arkasında istihdam eden personel şefinin gözlerinden öperim canımın içi diye içimden geçirdim ama sesimi çıkarmadım. Günün en güzel olayıydın sen ve müşteri temsilcisi adı altında telefondaki çatlak kadın seslerine inat, bir an için bile olsa kendimi efendi gibi hissettirdin bana güzel insan. Asansörden çıktığımda kalabalık ve karmaşa başımı döndürdü önce. Tehaye’nin bürosunu arandım ve gittim önünde kimse olmayan ama en suratsız memurenin önüne. Bir müddet yüzüme bile bakmadı hazret, bilgisayarda bir şeyleri halletmeye çalışıyordu. Sanki silikon vadisinin yazılım uzmanı anasını satayım, ekrandan gözünü ayırmıyor bir türlü. Saat aksi gibi dokuz otuz ve sürekli Sivas seferinin muhterem yolcuları için anons yapılıyor. “dokuz elli Sivas.” diyerek araya girince ancak beni fark etti. Sabahın köründe işe başlamış olmalıydı, ya da uykusuz mu kalmıştı dünden geceden çözemedim pek. “uçuştan kırk beş dakika önce burada olmanız gerekirdi…” diye söylenince sabahtan beri içimde yara olan yetişememe korkusuna tuzu bastı böylece. “daha yirmi dakika var!” ne dediysem de, önce ekrana bir şeyler yazdı sonra “üzgünüm ilerde satış bürosuna başvurun…” deyip kapadı mevzuyu. Yüzüme bile bakmadı yav, bir yandan Selo’yu çekiştirirken bir iki söylenip ayrıldım yanından. Karşı tarafta canına yandığımın tehayesinin satış bürosuna başvurduk bu sefer. Aksi gibi buradakiler de silikon vadisinden yazılım uzmanı çıktı. Kimse önüne gelene bakmıyor, ekranlardan asla ayrılmayan gözler, iki dakika sizi bekletmeden ve siz mevzuyu açmadan asla sizinle ilgilenmiyorlar. Bu sefer erkek bir gişe memurunu gözüme kestirdim. Nereden estiyse artık kesin Yozgatlıdır dedim kendi kendime. Diğerlerinin aksine pek kavruk bir görünümü vardı ve kravatı hem düzgün bağlanmamıştı hem de renk uyumu berbattı. bu sebeplerle Yozgatlı zannetmedim tabii, ne alakası var şimdi ucuz şovenizmin, ilk çıkarım tamamen hissi, diğerleri berbat gözlemlerden ibaret. neyse uzatmayalım, “arkadaşım şu bilete bir bak hele, kaçırdık biz uçağı, ne yapabiliriz?” diyerek uzattım bileti. Uzatmayalım derken uzatırsan eğer, yazarlık sınavında ikmale kalırsın çocuk diye araya girme hiç. Sabahın beşi şimdi ve Sivas’ta in cin top oynuyor dışarıda. Cinler iki sıfır galipmiş ben ilk yarıyı seyretmedim bilmiyorum. Genç muhtemelen Yozgatlı gişe memuru elimden bileti alırken gülümsedi bana iyi mi, gevşedim hemen, hemşehrim benim ya, bu kurtlar sofrasında bile iyi yanlarını muhafaza edebiliyor sağ olsun. “bugün uçuş yok sivas’a yarın sabah var isterseniz…” dedi muhteşem ekranına bakıp bakıp. bir ara heveslendim ne var lan bu ekranda bir kere de ben göreyim diyerek ama “zaten bu promosyonlu bilet iptal ya da değiştirme şansımız yok…” deyiverince tüm neşem bir an da tuz buz oldu yerlere döküldü. Kös kös geri döndük metroya, dönüş yolunda üstü açık arabaya da binemedik yürüyen merdivenlerden yürüye yürüye neredeyse iki üç kilometre yol katederek attık kendimizi metronun koltuklarına…
Bir ara geri dönüp gudubet memureye “makyajınızı tazelemeniz gerekiyor, hoş böyle abuk sabuk bir ifadeyi hiç bir pudra gölgeleyemez, üstelik gerçek sarışın olmadığınız elli metre öteden bile belli oluyor…” demek geçti içimden. Asıl çirkinin kendim olduğunu, cebimdeki iki kişilik biletin parasal yükünün tümüyle bana girdiğini, her türlü yol şartlarını göze alarak bir yarım saat daha erken yola çıkmam gerektiğini düşünerek vazgeçtim sonra. İki seçenek vardı önümde; ya eve gidip bir dünya hatun ve kaynana söylemiyle (dır dır demedim bak ama ekürisi olur bu ) berbat bir gün geçirip ertesi gün yola koyulacaktım ya da hazır metroya binmişken o mühendislik ve mimari şahikası Esenler otogarında alternatif çözümler arayacaktım. Selim dışarıdan geçen görüntülerle oyalanıyordu, arada bir birbirimizle İskoçyalı ile İrlandalı oynunu oynuyorduk. Muhabbet tamamen dört yaş altı ve aşağı yukarı şöyle; “uçağı nasıl da kaçırdık irlandalı?” “ben irlandalı değilim, sensin!” “sen de iskoçyalısın o zaman” “hayır ben irlandalıyım” “tamam iskoçyalı otobüsle Sivas’a gidiyor muyuz?” “gidiyoruz…” Esenlere gelir gelmez belli başlı Sivas otobüs firmalarını gezindim ve hiç birinin gündüz seferlerinin olmadığını öğrendim. işleri kesat olmalıydı, Üçüncüsünden de elim boş çıkınca bir umut bir diğerine yollanırken o muhteşem ses kulağıma çalındı. adam İstanbul’dan Kars’a kadar neredeyse tüm illeri tek tek sayıyor ve on dakika sonra otobüsün kalkacağını iddia ediyordu. Mevzuya yazıldım hemen, “geç abi şöyle…” diye yol açıp, içeriye de ben işe yarıyorum arkadaş edalarında “abiye bi Sivas bileti kes!” diyerek noktayı koyduk. Otobüs neredeyse boştu ve selo’ya bilet almayarak günün zararını kendi adıma minimuma çekmeye çalıştım. Arka beşlinin hemen önünde şoför arkası kısmına yerleştik ama bir yarım saat geldi geçti kalkamadık iyi mi? Birileri sürekli girip çıkıyor, sayım ne yapılıyor, bir şeyler bagaja tıkıştırılıyor ama şoför koltuğuna oturması gereken asıl oğlan bir türlü ortalıkta görünmüyordu. Edemedim aşağıya Selimle birlikte inip sigara tüttürdüm, Aradan zaman geçti Selo’yu her ihtimale karşı helaya götürdüm, geldik bir sigara daha yaktım derken, nihayet firma bizi Esenlerden çıkarmaya karar verdi. şükür duası bilsem edecem de üç Kulhu bir Elhamdan ötesi yok bende hacı, su simit alarak attık kendimizi boş koltuklara. Firma tüm çabalarına rağmen dolduramamıştı otobüsü ama daha yolun başındaymışık meğer nereden bilelim. Öncelikle sekiz deneme sonrası bir türlü geri manevra yapıp çıkmadık park ettiğimiz yerden. Nihayet yandaki firmanın otobüs şoförüne rica edilip aracı bir beş metre yana kaydırıldıktan sonra yine üç Kulhu bir Elhama başladıydım ki daha duam bile bitmeden gittik Esenlerin karanlık dehlizlerinden birinde tekrar durduk. ve neredeyse on on beş teneke benzin yüklendi otobüse kocaman bir huni aracılığıyla. Yasal mıdır değil midir, helal midir haram mıdır ben bilmem kocam bilir, pardon cübbeli ahmet hocam bilir diyerek bekledik de bekledik bir yirmi dakika kadar ve Selim o sabah ilk defa huysuzlandı. İrlandalı oyunu bile kafi gelmeyince kalkıp biraz dolaştırdım otobüsün içerisinde. üstelik koltuk arkası televizyon ekranları kapatılmıştı ve Selim durmadan tuşları yoklayarak “neden çalışmıyor baba?” diye beynimi ütülüyordu. Mantıklı tek izahım bozuk olduğu üzerine zavallı söylemimdi, bu seferde “kim bozmuş?” sorusuyla muhatap oluyordum. Bir arkadaşımın metroda denk gelerek bize anlattığı hikayeyi hatırladım. Çocuk sürekli annesine sorular soruyormuş, kadın da sabırla cevaplamaya çalışıyormuş, en son “nereye geldik anne?” demiş ufaklık, annesi de “Zincirlikuyu’ya” diye cevaplamış. çocuklar bir alemdir bilmez miyim? “neden kuyuyu zincirlemişler anne?” diye sorunca metrodaki yolcular kopmuş gülmekten. Gel de cevapla aynen o durum. Selim’e muavin veya şoför diyebilirim ama olmadık yerde bir pot kırmasından korkuyorum bir yandan. Çocuktan al haberi derler ya, mütemadiyen doğrudur. Nihayet ilkel ama ucuz yollu benzin doldurma işlemi bittikten sonra çıkabildik otogardan. Televizyonu açtı bizim kavruk muavin ama içimden kötü bir ses en seyretmediğim televizyon kanalını dayayacak bu dallama şimdi dedim içimden.Ben sabırla yoğrulmuşum ve en kötüye katlanmaya odaklanmışım ezelden beri ama bizim oğlanın körpe zihni dizi ve müzik kliplerinden yara almadan kurtulsun diye çabalıyorum kendi kendime boşuna. Stv de karar kıldı en sonunda ve fredinin kabusu beşi bir yerde film serimiz en başından başlayarak sahnelenmeye koyuldu. İslamcı televizyonların korkunç dizi senaristleri, aşağılık çekim planları, beş para etmez yönetmenleriyle birleşir ve bir anda yıllardır Ankara garında egsoz dumanına maruz kalmış beyninizi Bolu dağında oksijen bombardımanına tutulmuş gibi afallatıp sekteye uğratabilir sizi sevgili dostlarım. Mutlak kötü ile mutlak iyi vardır ve kötü ilk başlarda kesinlikle iyiyi bir güzel ezer. Niye lan? Ezer işte, kötüdür o çünkü.
Tamam da niye? Küçükken topu yandaki villanın inşaatına mı kaçmıştı, babası deri kayışla cezalandırıyor muydu geceleri, annesini zenci bir işportacıyla yatak odasında mı basmıştı, gökten zembille mi indi, niye kafadan kötü bu herif ya da kadın? Üstelik zengin, Hadi onu bir nebze anlarım, bir yerde kötülüğünü gerçekleştirmesi için güce sahip olunması gerek ve çağımızda en büyük güç göstergesi para. Yoksa kim takar gecekonduda yaşayıp soğan ekmek yiyen bir kötülük abidesini kendi çekirdek ailesi dışında? Neyse canım ciğerim, bu senaryolarda melek gibi canımın içi hatunlar ve çocuklar mevcuttur. Ama öyle böyle değil, az bir falsosu olsun arkadaş yok oğlu yok. dedikodu bile yapmazlar bu nur yüzlü teyzeler varsa yoksa eşleri, ev işleri, çocukları. Bir mücadeledir gider artık, kötü yapacağını yapar, iyi, elhamdülillah Allah beterinden saklasın der sabreder falan filan derken bir de bakarsınız kötünün gücünden daha üstün bir kuvvet kötüyü allak bullak eder bir anda ve dengeler tersine döner ve ne olur sonunda biliyor musunuz? İyi gene iyilik yapar. Kötü iyileşir! Onun geçmişinde asla topu inşaata kaçıp arkasından tecavüze uğramamış, babasından dayak yememiş, annesinden hiç utanmamış olduğunu anlarız böylece. Sanki sadece ters yüz olup aniden iyi olmak için kötüdür kendileri ve bir kere daha doğru yola çevrilmiştir kendisi iyiler tarafından. Vay anasını sayın seyirciler var mı böyle bir eksen kayması arkadaş? Var.
Neyse biz tam köprüyü geçtik mutlu mesut İstanbul’dan çıkmak üzere olduğumuzu sanıyorduk ki, son golümüzü de yedik dandik otobüs firmamızdan. Efendim, firmamızın servis namına herhangi bir hizmeti bulunmuyormuş meğer İstanbul’un Anadolu yakasında ve bizzat şehirler arası otobüsün kendisi bu hizmeti sunuyormuş meğer. Haremden başladık Kurtköy’den çıktık derken İstanbul’un şimdiye kadar göremediğimiz ne kadar kıyıda köşede kalmış yanı yöresi varsa bir güzel gezdirdi bizi otobüs. Bu durum Gebze’den sonra yol üstündeki tüm şehir ve kasabalarda otogarlara uğrayarak devam etti sonrası ve ben nihayet Selim’i uyutabildim kucağımda.
Memlekete indiğimde kendimi yirmi yıl sonra vatanına dönmüş mülteci gibi hissettim bir an. tam yere yapışıp kaldırım taşlarını öpecektim ki, Selim çekiştirdi kolumu “baba! çişim geldi…” diyerek. Otogarın tuvaletine gittik…
İlk Yorumu Siz Yapın