2
Esselamünaleyküm kıraç
toprakların yağız delikanlısı. Aslan olduğunu varsayan aç tilkilerin hinoğlu
hin dünyasına hoş geldin. Eşikte durma gir içeri gururla, yerin hazır, kapı
dibinde kemik artıklarıyla geçindiğin yeter bundan böyle. Sana finans
dünyasının kapısını ardına kadar açıyorum, senin parmaklarına evrenin hâkimi
paranın anahtarını ve hükümdarlığını veriyorum. Takma sen komünistin teki ya da
itin biri demiş ona ‘ Evrenin orospusu ’ diye. Kedi uzanamadığı ciğere mundar
dermiş hatırladın mı bir yerlerden? Para güçtür ve güç öbür dünyayı bilmem ama
bu tarafın en mutlak hamisidir. Söz dinle, gözünü aç, her şeyi öğren, kendini
geliştir ve güce uzan. Öncelikle hafta içi her gün sabah akşam beş saat
bilgisayarın başında âlemlerin Rabbine şükrederek parmaklarını seri kullanmayı
öğreneceksin. Yüzlerce hisse senedi kodu rüyalarını süsleyecek ve hiçbir şey
üretmeden kısa yoldan köşeyi dönmek ve paradan para kazanmak isteyen haris ve
çılgın kompetanların emrine uyacaksın otomatiğe bağlayıp kendini. Dokun
klavyenin tuşlarına ve milyarlarla oyna bundan böyle. Durmadan al sat yap ki
şirketin, senin ne kadar değerli bir çalışan olduğunu idrak etsin. Zaferin ve
yenilginin pencerelerine açıyorum sana karanlıkta dijital ışık yoğunluğunda.
Oyna onunla! Mümkünse küpünü doldur. Başkalarının parasıyla, başkalarının
talimatları gereği işlem yapabilirsin yasa gereği, ancak çok istiyorsan
yeterince güvendiğin birinin imzaladığı sözleşmeyle bir hesap aç, yatır varını
yoğunu ve birikimini dilediğin gibi yönet. Unutma ‘ Burası borsa, kim kime
korsa ’. Kulağını dört aç arkanı kolla, her adımda çelme yeme tehlikesinin seni
yol üstünde beklediğini unutma, haddini bil, kredili hesaptan ve borçtan sakın.
Öptüm…
Cep
telefonu icat edileli beri kaybolmuyoruz. Bir tuşun ardında dostlar,
sevgililer, müjdeler, ayrılıklar, sevinçler. Ben içimde kayboluyor sanıyordum
kendimi ancak diğerleri beni bir şekilde bulmayı beceriyor her istedikleri
vakit. Ve benim ruhumun cep telefonu numarası yok ya da varda borçlarını
ödemediğimden kesmişler bağlantısını sevgili dünyalar arası iletişimin işgüzar
telekomünikasyon memurları. Ruhunuzun telefon numarasını çevirip karşınıza “
Sayın abonemiz bu bir bant kaydıdır. Aradığınız numara sistemimizde kayıtlı
değildir, bu mesajı İngilizce dinlemek için iki tuşuna basın lütfen ” ses kaydı
çıkarsa, tekrar arayıp “Mesajı İngilizce dinlemek üzere iki tuşuna basmam
gerektiğini anlayacak kadar Türkçeye sahipsem ne demeye ilk başta ki
kelimelerle yetinmeyeyim, hem öbür dünyaya kadar yayılmışsa şu yabancı dil
saçmalığı, beni beklemeyin birader ve mümkünse def olup gidin başımdan” demeye
kalkışmayın, komik olur. Kaybolmuş ruhlar cehenneminidir başka bir açıdan
yaşadığımız hayat, insan sırf bu açıdan bile ne kadar zavallı bir mahlûk
olduğunun bilincinde değil henüz! Hayvanlar hiç değilse ne olduklarını ve ne
yapacaklarını bilme kurgusuyla adım atarlar dünyalarına. ‘ Ben bir vaşağım
sevgili babamız, yemek yemek ve üremek için yaşam sürerim genelde ama Hegel’in
felsefesinde ki mantıksal boşluklar ara sıra pankreasımda derin sancılara sebep
oluyor, bu nedenle kışı Katmandu da bir Budist tapınağında mastürbasyon yaparak
geçirmeyi planlıyorum ’ gibi bir söylem yer almaz hayvanlar âleminin kıyısında
köşesinde. Tutuklusuyum düşüncelerimin, beynim alkol almadan da aldıktan sonra
da tuhaf düşlere sardırıyor kendini, haybeye içkiye para yatırmanın
hissettirdiği hıyarlık psikozu da cabası. Cır cır çalan mikrofonik cep telefonu
ziline kulağı alıştırmak üzere kurslar düzenlense, beş yıldızlı otellerde
seminerler yapılsa kanepeli, kokteyl içkiler eşliğinde biz de faydalansak hani
fena mı olurdu? Tigi gençlerin “ Ne bu hocam ya, müzeye kaldırdılar artık
bunları” dedikleri kafa kıran cinsinden ağır ve hacimli telefonu güçlükle
çıkartıyorum pantolonumun arka cebinden. Ya ben genişliyorum ya pantolonlarım
çekiyor gibi ayrıksı paradokslar da benim eski dostlarımdan. Önce arayan
kısmında dijital ışıklı ekrandan isme bak, ardından yeşil renkli tuşa basarak
konuşmayı kabul et, bu arada telefonu kulağınla ağzının arasında yer alan
boşluğa uygun bir konuma gelecek şekilde hızla yüzüne yanaştır ve öylece kal,
bir yandan dinle öbür yandan cevapla, arada uygun cümleleri düşün, uzun işler
bunlar hocam. Çare yok, ritüelleri sona erdirmek gereği vardır diye yazar
kullanım kılavuzları. Oyun, set, maç sona erer ve perde kapanır! Tanıdık bir
isim ve Aslı değil. Benim hayatımın kısa özetidir bu söylem. Diğerleri ile Aslı
vardır ve Aslı diğerlerine emanet ederek beni, çıkıp gitmiştir hayatımdan.
Mutsuz olduğum iddiasındadır ve kendini de mutsuz addedip benim onu daha kötü
edeceğim düşüncesinin arkasına sığınmıştır. Onca eğitimime rağmen para işinde
hep çuvalladığımı ve hayatımın bundan sonraki evresini de bu minval üzere
kurguladığımı da kadınlara özgü sezgileriyle hisseder ama dillendiremez.
Ayıptır ben zengin koca arıyorum demek nasılsa, bana bir ton karakter kelimesi
söylemiştir ve benim onlara ağzından çıktığı şekliyle inandığımı bilir, ancak
her söylediğini kayıt altına alacak kadar zeki olduğumu da öngörür. Selim
değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez, hatta buna yeltenenin
anasını avradını .iker gibi bir kanun maddesiyle doğmuş bu adamın aslında sarf
ettiği kelimelerden daha küçük bir hayatın neferi olduğunu anlamıştır nihayet.
Sakız çiğnenir ve şeker tadı kaybolup kendisi yavşayınca tükürülüp
atılır.
Bu
devedikeninin tadına bir kez daha baktıktan sonra ayaklarımız yere değsin
yeniden. “he gardaş buyur” Mesele basit, mahalleden bir arkadaşa Muharrem
ağabey kahveye uğradığında tembih etmiş ‘ Selim’e söyleyiverin Kadıköy’de bir
iş ilanı gördüm, telefon etsin ’ diye, Ekrem’e yetiştirmişler hemen. “ Selim
borsa mı ne zamazingoysa adam arıyorlarmış, Muharrem abi telefon numarasını
verdi, bi ara olum ya, ne kaybedersin? ” “ Tamam usta, bakarız sağ olasın. ”
Muharrem ağabey mahallenin emekli amcası, bizim kahvenin siyah kalın çerçeve
gözlüklü gediklisi. İstanbul fethedilmeden hemen önce yerleşmiş olduğu
sanılıyor bu güzide köşelere. Muhtar olmuş, belediye başkan adayı olmuş, en son
kondusunu müteahhide peşkeş çekip, üzerine kooperatif marifetiyle apartman
diktikleri zaman site yöneticisi olmuş. Israrla yaşıyor, inatla savaşıyor.
Hayatı öğrendiğinizi sandığınızda, kader kendini hissettirmek maksadıyla,
cilveli bir dansöz kıvraklığıyla baş döndürecek kadar naif ve hızlı devreye
girmekte gecikmez. Hayat ve hayatı yaşayanlar değişmiştir, kıymetlimiz zaman
elden kaçmıştır. Sadece Muharrem ağabey sırtını dönmüştür ellisinden sonra her
şeye ve dondurmuştur kendi zamanını. Çok da yabancı değildir hani, pek çok
yerde rastlayabilirsiniz kendisine. Her zaman belediye otobüsüne biner, gururla
Cumhuriyet gazetesi okur ve Bülent Ecevit siyaset sahnesinde yer alalı beri
ortanın soluna oyunu verir. Ara sıra da varoşumuz gençlerinin kültür, eğitim,
evlenme ve işe girme faaliyetlerine yardımcı olur. Kadim zamanlarda misket
peşinde koşan okul kaçkını çocukları kulağından tuttuğu gibi öğretmenine teslim
edende odur, yazdığı sayısız dilekçelerle belediyenin canına okuyup, zaman
zaman sürü halinde gezip genlerinde sıkışıp kalmış atalarının şanlı tarihinden
miras eski vahşi günlerine özenen sokak itlerini toplattırıp içeri attıran da
odur. O eski devirlerden elimizde kalan ender miraslardan biridir, tek sözüyle
bitirimleri ölümcül kavgalardan döndürmesi, barıştırıp aynı masada çay, sigara
içirtmesi şanına şan katar. Etrafına kendiliğinden saygınlık yayan ve tek renk
kravatlar takan, pantolonunun keskin jilet uçlu ütüsü hiç bozulmayan ve
yeleğinin cebinden zinciri sarkan kösteğiyle bir geçmiş zaman gezginidir
Muharrem ağabey.
Ortaköy
de sürttüğüm saatlerin birine denk düşüyor bu telefon konuşması ki yaşadığım
yer icabı bu yakaya pek nadir gelirim ben. Otobüse atlayıp rıhtıma inme gereği
cebimde. Beşiktaş’tan Kadıköy’e dikey geçiş, bir avuç martı çığlığı, bir tutam
deniz havası, bir kaç gençliği saçlarına vurmuş, âşık olunduğu takdirde
akıllara zarar kıza kesik atmakla geçen mutluluğun resim olup panoya asıldığı
vakitler. Yıllar boyunca böyle bir yerde boğaz trafiğinin vazgeçilmezi
vapurların birinde çalışmanın hayalini kurdum ben, çaycı olmaya razıydım
anasını satıyım. Ama nerde yirmi beşinden sonra asgari ücretle üniversiteli
çaycı istihdam edecek işletmeci memlekette. Bir iki ay sonra bırakıp
kaçacağından emindirler her nedense ve dudaklarında gülümsemeyle savuştururlar
adamı anında. Holding namıyla meşhur, parası ve genel merkez binası büyük olup
üç beş tane anonim şirketi bünyesi altında toplayan büyük baş tabir edilen
şirketlerinde bilgi bankaları vardır insan kaynakları departmanında. Başvuru
yaparsın eline tutuşturdukları kâğıt bilgi bankasında değerlendirilmek üzere
kayıt altına alınmıştır gibi ucuz bir yalanla bezenmiştir ve o günden sonra bir
daha da arayan soran olmaz sizi. “ Fare yakalandıktan sonra kedinin siyah ya da
beyaz olmasının önemi yok ” der kadim zamanların Çin ileri gelenlerinden bir
tanesi. Rencide olmayacakmış iş arayan kişi, öyle der insan kaynakları
uzmanları kitaplarında. Hayat beni yeterince rencide ediyor zaten bu devirde
işsiz bırakmakla, siz etseniz ne yazar etmeseniz Ahmet yazar. Doğal olarak en
ufak bir girişimde bulunmadım İstanbul vapur işletmelerinde çalışmak üzere,
elim böğrümde kaldı, mahzun gözlerle bakakaldım giden her geminin ardından.
Canımın içisin İstanbul senle ya da sensiz olmuyor bilirsin hep. İşte karşı
kıyı, işte körler ülkesi Kadıköy, hiç yorulmayan gençliğini hep korur o, her
tarafı didik didik edilir de ayakta kalmayı bilir hep. Çingene çocukları yaz
kış çıplak ayakla dilenir kıyılarında, geçip giden insanların bıraktıkları çer
çöp arasında ekmek parası ayağına. Hiç büyümez bu çocuklar, ilk vapurun rıhtıma
yanaştığı günden itibaren sayıları da değişmemiştir. Her bir iş girişimin kendi
çapında bir mafyası olduğunu kulağına fısıldayan şehir efsaneleriyle
büyümüşsündür daha. ‘ Boktan bir işporta tezgahı açmak bile .öt ister oğlum
buralarda’ diye laf seviştirmeleri tanırsın bir yerlerden.
Şimdi ayaklarım sürüklenecek de arabaların arasından atlaya zıplaya bir kez
daha ölmediğime şükrederek karşıya geçip T’si ayrıştırılıp Türk Telekom’a
dönüştürülen PTT’nin PT şubesine uğrayıp telefon kartı alacağım da, ardından
telefon edeceğim sevgili finans dünyasının kırmızı kurdeleli seçkin
evlatlarının mabedine. Neden olmasın? Ekrem’in dediği gibi kaybedecek hiçbir
şeyim yok, su yolunu bulur, çivi çiviyi söker, hacı hacıyı Mekke’de ibne ibneyi
dakka da bulur. PT’nin yerinde yeller esmiyor ama üst katı cafeye dönüştürülüp
Kadıköy sevdalılarının yeme içme hizmetine koşulmuş biz buralara uğramayalı.
Paraya kıyıp cep telefonundan aramak da içimden gelmiyor, otuzluk bir kart alıp
telefon kulübesinde sıraya giriyorum. “ Merhaba hanımefendi, iş ilanınız
üzerine aramıştım. ” “ Tamam, adresi alıyım o halde.” Alıyım alayım ayrımına
takılmadan konuya yumuşak iniş, Kuzey Irak’ta 172 derece eğimle pike yapan ölüm
makineleri F 16’ların gölgesinden. “ Yarın akşam saat beş, CV’im ile birlikte
görüşüyoruz o halde. ” CV’sine atlıyım der benim sevgili mahalle arkadaşlarım.
Türkçe okunuşuyla sivi diyoruz da .ötümüz göğe eriyor. Onlar her ismi İngilizce
dükkânların seyir merkezi Beyoğlu’na sadece fuhuş ve dağıtmak için giderler,
fırsat bulurlarsa da kavga edip karakolda sabahlamak pahasına. Züppeliğin
tabana yayılmasıyla dilini satanların her şeylerini satmaya hazır olduklarını
kafamıza muştuladı post modern dünya. Şimdi bir internet kafe bulup
bilgisayarda özgeçmiş hazırlamalı. Lafa bak hizaya gel, şakulün bir kere kaymış
sevgili Türkçem, Net cafe dersem de üzerine alınma sakın. Yarın akşama daha çok
var. Kravat takmasam hatta daha iyisi buz mavisi rengiyle kendime baya
yakıştırdığım kot pantolonla görüşmeye gitsem ne kadar güzel olurdu. Kısa ve
net olsun özgeçmiş denilen beyaz kâğıt, adı, soyadı, doğum tarihi, vay anasını
yaşlandım ben ufaktan yahu. Otuzunu aşmış herkes bana inanılmaz uzak gelirdi
bir zamanlar, şimdilerde kıyısındayım otuzların ve lanet bir bilgisayarın yazı
programıyla başım dertte. Hay bin kunduz, seni icat eden dürzünün muhteşem
malikânesinin kenarına yaptırdığı yapay şelalenin suyu kurusun, ne deyeyim. En
acınacak bölüm iş tecrübesi kısmı, yazacak kayda değer bir şey yok ki. Şevki
abinin mekânda yardım etmek ayağına ortacılık yaptığımızı yazsak olmaz,
Ekrem’le hafta sonu Fenerbahçe Stadında kanuna aykırı, polisle köşe kapmaca maç
bileti sattığımızı yazsak hiç olmaz. Boş bırak gitsin. Okulun adı yeter,
ekstradan yabancı dil ve bilgisayar da var daha ne olacak. Kâğıdı dörde katla
kıç cebine sok ki daha işe başlamadan notunu versinler senin, yuvarlayarak
elinde taşımakta ayrı bir bela, her an sağından solundan buruşturulma riski
elde. Bu arada bu internet kafe işletmenlerinin Transilvanya göçmeni vampir
olduklarını da bir köşeye not almakta fayda var. Üstelik bunlar, gece saat on
ikiden sonra dişleri uzayıp insanlara saldırıp, kan ihtiyaçlarını karşılayan
cinsinden de değiller, gündüzleri bir tabutta yatıp günün kararmasını
beklemiyorlar, düpe düz gün ışığında görüyorlar işlerini. Altı üstü on on beş
dakika bilgisayarın başına oturduk ve yazıcıdan bir sayfalık çıktı aldık, bir
buçuk milyon fatura kesti puştlar. İstanbul’un esnafına işin düşmeyecek
arkadaş, adamı donuna kadar soyarlar Valla. Kâğıdı, yazıcı kartuşuyla birlikte
geçen zamanı da hesaba katarsak maliyeti olsa olsa elli bin, aradaki fark bir
milyon dört yüz elli bin Türk lirası, yuh! Bizi de bu tür küçük hesaplar
öldürüyor, çok şükür! Dönemsel ekonomik krizlere maruz kalan az gelişmiş bir
ülkenin boynu bükük vatandaşlarına da böylesi kılkuyruk dangalaklıklar yakışır.
Devir muhasebe devridir ey halkım! İleri!
Hazır buralardayken yerlerini de
tespit etsem şu lavukların, yarın aramak zahmetine katlanmam. Üniversite
sınavına ilk defa giren tıfıl öğrenci sendromu. Sokak tamam, büfeciye iş
hanının adını sor, o bilmezse gazete bayii bilir, o da bilmezse seyyar kebapçı.
Yardımsever yurdum insanı anında aydınlatıverir insanı devasa projektörlerle
ışık saçarak. Soldan dön abicim sonra önüne çıkan ilk sapağa gir, sahile inen
yolun üzerinde bu sokak. Siyah üzerine altın sarısı yazılarıyla pirinç
tabelalar cenneti, asansörsüz, nefes darlığından muzdaripsen kapısından adımını
bile atma geberir gidersin apartmanına gir, ikinci kata merdivenle tırman ama
zile basma, boğaz görmese bile rıhtım iki adımlık yol. Kadıköy benim eski
sevgilim, her köşesinde ayrı anım gizli. Galiba buraya yolu düşen herkes de
böyle bir sanı mevcut. Her neyse Aslı’yı burada terk ettim ben, ruhu bile
duymadı, martılar bile bilmedi biten bir aşkı kutsadığımı kırmızı şarapla.
Zannettiler ki geçici hevesler döneminden kalma zıpırın teki görüntü verip
şekil çizmede sağa sola. Deniz kadın gibidir tam anlamıyla vakıf oldum şairin
bu söylemine, içlerinde ne olacağını asla bilemiyorsun ikisinin de. Ve
göründüklerinden daha tehlikelidir ikisi de yaz bunu da bir yere. Karşılarda
bir yerlerde oturuyordun o zaman sen sevgili Aslı ve kimisi suya vuran
milyonlarca ışıktan birinin çevrelediği duvarların arasında televizyondan geçen
görüntülere bakıp iç sıkıntını erteliyordun habire. Akşam iniyordu Kadıköy’e ve
takalar geçiyordu gürültülü motorları uzaktan gelen davul sesi. Yaşam gürül
gürül akıp gidiyordu etrafımda, İstanbul bir otomobilin dikiz aynasında serseri
görüntülerinden ibaret. Nefes almaya bayılıyordu insanlar ve fahişeler erkek
gibi küfrettiklerinde adam olduklarını zannediyorlardı adım başı. Bir ben
durmuştum ve yanımda yöremde sağa sola oturmuş yalnız adamlar sadece
kendilerinin durduklarını ve diğer her şeyin geçip gittiği hülyasıyla baş başa
vermişlerdi. Seni kötü edeceğimi iddia ediyordun ve ben karşı duramayacak kadar
sessiz ve çaresizdim o sıralar. Yorulmuştum yorgundun, her şeyi istiyordun ben
vazgeçmeyi seçmiştim. Tanıdığın en karanlık adam olduğumu fısıldıyordu kulağına
iblisin uşağı beyin kıvrımların. Karakarga sürüsüyle yatıp kalktığını bilirdim hatta
bir kaçını tanımıştım ve engelleyemiyordum namlu masal sevdalarında beyaz atlı
düşlere uyanmanı. Ne hırsım vardı ne param, içecek sigaram, gece uyurken
üzerimi örten bir çatı, birlikte içecek bir kaç arkadaşım varsa çok da fazla
dert değildi hayat. Kara çalmıştım geçmişime, felsefeden, edebiyattan, sanat
seviciliğinden beynim buruşmuştu ve zehirleniyordum yavaş yavaş. Cennete
yerleşmiş seçkin bir aristokrat gibi hissediyordum kendimi senin yanındayken.
Her hücrem seni kendi meşrebince seviyordu. Sonsuza kadar devam etsin
istiyordum oysa kayıp gidiyordun sen yavaşça ve sadece seyretmek geliyordu
elimden olup biteni. Lanet olsun gurur denen kuytuya! Yüreğim ağzımdaydı,
adının üçüncü harfine şiir yazıyordum durmadan ve kamaşıyordu gözlerim
rüyalarımda bile saçlarının kızılından. O sıra uzun bir ara vermiştik askıya
alıp gezip tozmaları ve bir gün telefonda ‘Seni görmek istemiyorum artık’ dedin
kabuk değiştiren yılanların soğuk diliyle. Kötü bir mucize gerçekleşmişti
sanki, çok hazırlıksızdım, çok çaresiz ve çok mutsuz. Hayatım çoklaşmıştı hiç
olmadığı kadar, hiç olmadığı kadar ölüme yaklaşmış hissediyordum kendimi. Sonra
miladım başladı yeniden, buz tutmuş nehirlere benzeyen kırık kalpler gününde.
Bir de mektubun var hakkını yemeyeyim şimdi. Kafası karışık ama kararlı
olduğunu düşünen ve sana hiç yakışmadığı kadar üstten konuşan cümlelerle örülü.
Aşk seveni aşağı çekermiş doğruya, muhatabına da yukardan bakmak kalır o halde.
‘ Aşk köpekliktir ’ diye bir kitap gördüm geçen gün. Demek ki evrenseli
yakalamışız ha sevgili. Ancak seni azat ederek kendimi boşluğa bırakabileceğim
aklına gelmeyecek kadar uzak bir ihtimal değil daha bilirsin. Mektubun elime
ulaştığı o akşam aksi gibi halı saha maçına gittim, zaten şekilsiz olan yüzüm
enine boyuna asıktı, sadece Hamit sezdi bendeki değişimi ‘ Bir hal ver sende
baba bu akşam’ diyerek. ‘ Boş ver dostum hadi şunları yenelim ’ diye
geçiştirdim bende. Boş vermemişim halbuki, maç esnasında kalecilik yapmama
rağmen avukat Besim abiye gereksiz yere sert girdim, iki hafta kadar aksayarak
dolaştı adliyelerde adamcağız. Karın bölgeme beklemediğim yerden sıkı bir
yumruk almıştım sanki, ağzımda ekşimiş süt tadı, çakıp kaybolan heveskar
intikam kırıntıları, hayal meyal buruşuk hatıralar ve fotoğrafların kaldı
bende. Havlu atmıştım ağır sıklet boks maçında ve bir daha asla maça
çıkamayacağımı fısıldıyordu kötü zaman cinlerim. Senden gerçek anlamda nefret
etmeyi çok isterdim biliyor musun, gerçek adamlardan korkulduğunu öğretmiştin
her seferinde bana. “ Fare! ” Batan gemilere benziyordum değil mi o zamanlar?
Halen öyle…
İlk Yorumu Siz Yapın