4
“Bugün firmam için ne yaptım demelisiniz…” dedi ve çaya uzandı yeniden. Sanki Allah pezevenk, gün boyu benim için ne yaptın diye sorguya çekiyor? Neyse. Yarım saattir konuşuyorduk, daha doğrusu o oyununu sergiliyor, ben arada sırada kem küm ederek eşlik ediyordum. Aylık maliyetimin kendisine bin altı yüz elli lira olduğundan bahsetti bir ara. Bin lira maaşı anladık da geri kalanı da ne oluyor diye kafamda tarttım o an. Bin lira maaş almama rağmen kağıt üstünde asgari ücretle çalışıyoruz. Dürüst ve hak bilir patronumun sigorta primini az ödemek için kullandığı yöntemlerden sadece bir tanesi bu. Devlet bu durumdan haberdar mı? En azından tahmin ediyordur, ama ne denetler ne de herhangi bir yaptırım uygular. Servet birikimi önemlidir ve ehil ellerde çoğalmalıdır, bizim gibi zibidilerin cebinde çar çur olacağına patronum gibi kurtların yönetiminde yatırıma dönüşmesi, fidanların ağaca, ağaçların ormana dönüşmesi uygun bulunur. Sonra o orman kereste olmalıdır, her şey bir işe yaramalı, her fırsat değerlendirilmelidir. Sistem artıklarını yemek üzere düzenlenmiştir ve;
Cehaletin bir diğer göstergesi de gelişi güzel abartıdır…
5
Hiç kolay olmadı. İkinci dünya savaşı sonrası soğuk savaş döneminde safların rengi belliydi en azından. Sosyalist ve kapitalist dünya uzayda bile birbiriyle mücadele ediyordu ve siyaset ile uzantıları enerjilerini bu kıyasıya rekabete harcıyordu. Ülkemin gençleri ceplerinin yoksulluğunu idealin kıvılcımıyla tutuşturdu geçmişte ve seksen darbesine kadar uyku kaçıran bir kaos dönemi yaşadık. Cinayetler, anarşi, soygunlar, mitingler, grevler gün aşırı ve devasa boyuttaydı. Ayrışma ve bir diğerinin varlığına dahi tahammül edememe had safhadaydı ve kukla hükümetler beceriksiz siyasetçilerin elinde çaresizlik içerisinde sadece seyrediyorlardı olup biteni. Nekrofilik bir dönem ve öyle bir aşamaya geldik ki celladımızı çare olarak kabullendik. Daha kötüsü olamazdı nasılsa. Bir şekilde bitmesi gerekiyordu ve bunun sert ve ölümcül bir rüzgarla gerçekleşmesi umulmadık, istenmeyen ama kabullenilebilir bir durumdu. Bir gün herkesin şöyle bir durup “Hey ne yapıyoruz biz? Ülke kurtaralım diye diye o kurtarılacak ülke içerisinde yaşayan kimse kalmayacak neredeyse…” demelerini kimse beklemiyordu çünkü. Herkes yeterince kan, gözyaşı ve tere bulaşmıştı ve hiçbir su temizlemiyordu artık ellerdeki kiri. Şiddetin kendine has bir gücü vardı ve bir sarmal halinde içine çekiyordu önüne geleni. Tarafsız kalamıyordunuz, bir zaman sonra safınızı seçmek zorunda kalıyordunuz sanki. Vatandaşını koruyamayan geceleri hakimiyetini yitiren aciz bir devlet, kurtarılmış bölgeler, banka soygunları, bombalı eylemler, mezhep çatışmaları, nokta atış siyasi cinayetler, kilitlenmiş ve işlevini yitirmiş bir eğitim ve sanayi sistemi. Yokluk, fakirlik, umutsuzluk, anarşi ve;
pandoranın kutusu açıldı bir eylül sabahı.
Güneş farklı doğmadı o gün. Doğa insanların tüm saçma eylemlerine rağmen ritmini bozmaz hiç, elbette etkilenmediyse. Doğaya bir şekilde dokunursanız eğer o da size dokunur. Tüm teknoloji ve donanımınıza rağmen kontrol edemeyeceğiniz bir nokta vardır ve bozmaya çalıştığınız şey size yıkım olarak geri dönecektir. İnsanın kendi gücüne tapınması kadar acınası ve geçici bir hayal yoktur. Ama vazgeçemezler.
Güneş farklı doğmadı o gün. Dudakları gülümseten ve içi espriyle doldurulmaya çalışılan nostaljik bir hatırlatmayla radyoda merhum Hasan Mutlucan davudi sesiyle kahramanlık türküleri söylüyormuş generallerin ülkeyi bu sefer hakikaten kurtardıklarını deklare ettiklerini beyan ettikleri sırada. Ülke kurtarılmaktan bıkmış tabii, ne de olsa gelen gideni aratırmış ve askerlerin öptüğü demokraside gül bitermiş hep. Ben o sıralar küçüktüm aklım ermiyor pek, kitaplardan öğrendim sonradan pek çok şeyi ve elbette sol yayınlar çok fazlaydı bu konuda her zamanki gibi. Zaten bu memlekette sanat adına yürütülen hemen hemen her faaliyet bu amcalar tarafından yürütülürdü eskiden beri. Bir kısmı gerçekten yetenekliydi de, ama pek çoğu eş, dost, akraba kontenjanından sanatçı kimliği kazanır, ardından köşe başlarına tutarlar, bir daha da kimseyi yanlarına yanaştırmazlardı. Darbe sonrası ortalık derlenip toparlandı yeşillerce bir güzel. Kurunun yanında yaş da yandı ama şiş ve kabap da epeyce nasibini aldı bu yanma olayından. Siyasi parti başkanları tutuklandı birer birer. Bir rahmetli Türkeş paçayı kurtarmıştı, aradan biraz zaman geçtikten ve başına gelebilecekleri sağlama aldıktan sonra gitti teslim oldu sonunda. Ne de olsa asker geçmişi vardı, bilirdi çarkların nasıl işlediğini. Yoğun bir propaganda dönemi yaşadık yeni anayasa hazırlanırken. Kurtarılmış bölgelerden silah depolarına, devrim mahkemelerinden banka soygunlarına, örgütsel dökümandan hücre evlerine kadar ne bulunduysa evimize aktı siyah beyaz ekranlardan. Evren alıp başını gitmişti, akla gelen gelmeyen her yerde miting düzenliyor, şehir şehir, kasaba kasaba gezip ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından yeni anayasa ile nasıl kurtulacağını anlatıyordu. Kimsede bu akışa karşı çıkacak cesaret yoktu ve uygulamalar yer yer çılgınlığa varan kötülüğe dönüşebiliyordu. Şiddeti bastırmak için şiddet uygulamak gerekiyordu sanki ve hiç kimse sorgulamıyordu bunu. Bastırılmışlık hissi ve kıskaca alınma süreci başlamıştı. Tek ya da toplu olarak olaya müdahale etme şansımız elimizden alınmıştı ve sadece seyrediyorduk olup biteni. Önce düşüncede yenildik çünkü. Nasıl istedilerse öyle yaptık ve yeni anayasaya çok büyük oranda evet dedi bu memleketin insanı. Bir dünya yeni parti kurulmuştu arada ve Evren cumhurbaşkanı olarak yerini sağlama aldı bir bakıma. Ama yeni kurulan partilerin bir kısmında tuhaflık vardı, eskilerin bir tür uzantısı olarak sistem içerisinde yer aldılar sanki. Hapisten yeni çıkan ancak siyasi faaliyet yasağı halen devam eden parti başkanları ilerde tekrar başa geçmenin hesabı içerisindeydiler ve zamanı geldiğinde koltuğu rahatlıkla kendilerine devredecek kukla kişiliklerin parti başkanı olmasına izin verdiler. Parti isimlerinden amblemlerine kadar her şey eskisini çağrıştırıyordu ve ANAP diye bir parti yeni seçim yasasının tüm imkanlarını sonuna kadar kullanarak başa geçti. Aranan lider tombul ve gözlüklüydü ve karısı ile birlikte gökten zembille inmemişti. Muhafazzakar geleneğin dilini iyi biliyordu ve bu memlekette bu durum iktidara gelme olasılığının tek giriş kapısıydı. Manevi değerlere göz kırp, hafiften ulufe dağıt amire memura, esnafa iki vergi kıyağı çek, vatandaşın zamlardan bükülmüş beline ufaktan bir omuz at, hop; seçimlerde çoğunluk oluşturacak sandalye sayın garantilensin. Özal bu süreci çok iyi değerlendirdi ve Türkiye’yi kapitalizmin kucağına oturtacak darbe öncesi imzalanan yirmi dört ocak kararlarını işleme koydu. Kucağa bir oturduk ve bir daha da kalkamadık. İyi mi oldu kötü mü yoksa buna tarihin tozlu sayfaları ve torunlarımız karar verecek, biz geçiş dönemi çocukları olarak değişimi bünyemize adapte etme çabasındayız hala. Marks der ki “Tarihte bir şey olmuşsa başka türlüsü olamayacağı içindir…” Geçmişe bak geleceğini karart öyleyse Nemesiz!
İlk Yorumu Siz Yapın