İçeriğe geç

Pazar Yazıları – 0044

Sene iki bin bir yılı, şubat ayı milli güvenlik toplantısında Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını başbakan Bülent Ecevit’in kafasına fırlattı. Bir ay sonra işsiz kaldım İstanbul’un orta yeri sinema. Nisan’ın ortaları kös kös Sivas’a döndüm. Son giren ilk çıkar, unutmayın bunu asla. Neyse o aralar otuz yaşındayım ve evlenme falan düşünce olarak bile yanımdan yöremden geçmiyordu. Ablam her sabah yastığımın yanına iki sigara parası bırakıyor ki ben istemekten utanırım diye. O yıl on basamaklı ondalık Unix zaman damgası, kullanımının başlangıcını işaret eden Unix billennium’a ulaştı, ama benim çükümde bile değildi hiç. O zamanlar bu kadar yoğun internet kullanımı da yok, Win 95 kullanıyoruz hala, XP çıkmak üzere oğlum var mı daha ötesi. İş başvurusu dediğimiz şey de CV dediğimiz yazıyı e-maille bir yerlere göndermekten ibaret. Bir gecede beş milyar dolar çekilmiş o ara piyasadan ama daha beter zamanlar varmış yaşanacak ama biz bilmiyoruz o zamanlar tabii. Sauron bile yok düşün, Saruman ile ittifakı ise hayal o zamanlar. Tamam la vurmayın, yarım asırlık hayatımın kabuslarından biriydi işte o dönem ama güzel de zamanlardı aynı zamanda. Majesteleri basketbol oynuyordu ve biz izleyebiliyorduk geceleri, inanmazsınız ama şampiyonlar ligini yıllarca bedava izledik biz X kuşağı olarak, belki Y’ler de ucundan falan tutunmuşlardır bir şekilde.

Kahvehaneye dadandık doğal olarak, işleri olan arkadaşlarımızın bir müddet sonra bizlere katılmaması için ziyaretlerimizi kısa tutup yanlarından ayrılmamız gerekiyordu hemen. İnanmazsınız ama at yarışları da bedava yayınlanıyordu ve Bold Pilot ve Yavuzhan koşmasa da ortam epey hareketliydi bizim kahvede. Hoşgil ya da hoşgin denen garip bir kağıt oyunu oynuyorduk ve cumartesi ile pazar günleri ortam çok kalabalık oluyordu. Kel Sabri’nin kıraathanesi, ortacı Çingen Fuat, diğer müdavimlerini ise say say bitmez. Müptezeller takımı, ekabirler, enteller, deliler, ayakkabıcı boyacısı Sabri, vay sabahlar olmasın her telden buram buram Anadolu, Tayfun Talipoğlu tadında bir tür mozaik. Müptezeller arasında çocukluğu geçmiş ama bir şekilde yırtıp doktor olmuş Hakan, kopamamış gençliğinden ve hala aynı mekana takılıyor diğer arkadaşlarıyla beraber. Arkadaşlarından biri alçı ustası olmuş, diğeri postacı, öbürü köfte dükkanı açmış falan ama tek ortak noktaları at yarışı. Hakan’la aynı masadayız ama benim para suyunu çekmiş, sinek olarak takılıyorum yanlarına. Diğer müptezel arkadaşları farklı masalarda takılıyorlar ve ara ara atlar koşmaya başladığında televizyona gözlerini dikerek, yürü be, hadi oğlum gibi naralar atıyorlar her seferinde. Sonuç hiç değişmiyor ama, yarış biter bitemez birileri küfrederek ellerindeki kağıdı yırtıp atıyor yere. Yarış bitince hepsi masalarına yeniden yerleşip kalan oyunlarına devam ediyorlar.

Hoşgil’in tam orta yerinde yandaki masadan bir ses bizim doktora seslendi, “La Hakan, başım ağrıyor!” Doktor hiç istifini bozmadı kağıdı yere bırakırken ve “Hamama git terle geçer…” dedi arkasına bile bakmadan. Az sonra başka bir masadan “La doktor benim de belim ağrıyor!” diye bir ses geldi. Hakan çayını yudumlayıp “Ateşli seks yap, geçer…” dedi bu sefer. Vay arkadaş, “hayırdır Hakan?” dedim gülerek. “…ir et ipneleri, önceleri gerçek sanıyordum, hastahaneye bile çağırdıydım, taşak geçiyorlarmış meğerse…” diye de ekledi. Artık Hakan’ın kel Sabri’nin kahvehanesinde iki tane reçetesi varmış eski arkadaşlarına, hamam ve ateşli seks.

Fena da fikir değil aslında.

Kategori:"Rastgele"

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir